Kalemden Damlalar
Dut ağacı gölgesinde yağmur
Haziran ayının sonları… Sıcak ve nemin kendini hissettirdiği, gelecek günlerde de daha da baskın olacağını sessizce müjdelediği demler… Gözeneklerden bulduğu küçük aralıklardan nefes alan tuzlu suyun, deniz suyuyla örtüştüğü an’lar… Hafif esen rüzgara, biraz daha serin esmesi için yürek diliyle talepte bulunulduğu vakitler… Derin alıp verilen nefesler…
Yağmurlu bir öğleden sonrası… Yeni yeni tenimizle buluşan ve yürümek zorunda kaldığımız ruhsuz, sert malzeme ile donatılmış kaldırıma düşen damlalar… Kalıcı olmayan kısa zamanda terk edecek gibi halini yansıtan “ bulut yağmuru” üzerimizi ıslatan… “Yaz yağmuru” ya da “ıslatan yağmur” desek de yanılmamış oluruz. Hem yağmasını hem de yağmamasını isteyen bir tavrımız var. İki arada bir derede kalma gibi görünen halimizin yansıması… Alaca karanlıkta, iki renkten birini tercih edememenin verdiği huzursuzluğun da ayan beyan görünmesi… İkilemli halin hali…
Salacak sahilinden baktığınızda; Kız Kulesi’nin gözleri ışıldıyorsa, Saray Burnu tebessüm ediyorsa, Haliç’in yüzeyinde kıpırdanmalar oluyorsa, Galata Kulesi kendi köprüsüyle ferli gözleriyle göz göze geliyorsa, deniz ellerini açmış sessiz nidalaşıyorsa, martılar halay çekiyorsa, hatta boğazın akıntısının terennümüne eşlik ediyorsa, biliniz ki Üsküdar’a yağmur yağıyor demektir.
Üsküdar, yağmurun yağmasına seviniyor mu? Sokak ve caddelerinde nefeslenenler bundan gerçekten memnun mu? Bilemiyorum. Mimik hareketlerine ve simalarına baktığımızda, sandalyelerde oturanların, kaldırımlarda ayak sürüyenlerin, sahilde yürüyenlerin memnuniyetsizlik içeren renkli resim tablosunu görmemek hiç mümkün mü?
Genelde, ayaklar toprakla çok nadir buluştuğuna göre; rahmetin üsten alta doğru akmasına, eski ahşap evlerin bahçelerindeki sınırlı toprakla, yol kenarlarında yürürken göze ilişen, camların dışına konulan saksılardaki ve parklardaki ağaçların kök salarak tutunduğu toprak, herhalde en çok sevinenlerdendir. Toprak ile buluşmak için dökülen damlalar, sert, suratsız, merhametsiz ve katı yürekli, türabın üzerine nefes aldırmamacasına kapanan siyah çehreli asfaltın kendilerini engellemesinden çok rahatsız… Kırgın ve üzgün… Her damlanın düşüşünde duyurduğu ses hüzün yüklü ki, sıkıntılı yüreğinin ifadesi aynı zamanda… Öyle bir olduk ki; ruhsuz binalar dikerek bahçeleri, ağaçları yok eden, kalan minicik alanlara da yeşillik timsali çiçekler diken hatta binaların teraslarına bahçeler kuran bir ruh ve eylem içerisinde bulduk kendimizi… Kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi…
Salacak kıyı sahilinden Abbara Kahve’ye kadar yürürken hafif hafif ıslanarak yağmurdan nasibimize düşeni aldık. Rahmetle ıslanmak ferahlatıyor yüreği… Hafifletiyor. Sakinleştiriyor. Huzurla buluşturuyor. Şehrin kabus yüklü stresini alıp gidiyor. Temizliyor temizlemesi gerekeni… Ruh memnun, kalp sevinçli ve yürek şen bu damlaların kendilerine misafir olmasından…
Dar kapıdan girip merdivenlerden çıkarken durmuştu yağmur. Her zaman geldiğimizde oturduğumuz masanın iki arkasına oturduk. Yağmaya başlasa da ıslanmayacağımızı düşünüyoruz. Oturduğumuz yer çatak altı gibi bir nokta. Martı seslerinin eşliğinde çayımızı yudumlarken, bulutlu havanın gözyaşlarını da beklemekteyiz. Her yürek gözyaşı rahmettir, berekettir ve ferahlıktır. Hele yürekten yüreğe akanı ise şifa katreleriyle yüklüdür. Akıtılan yürek, akan yüreği, bulunulan mekandan çok ıraklarda olsa bile hissedermiş… Sizce de hisseder mi? Martıların sesleri de, gönül yaşı gibi dokunuyor iç deryamıza…
Abbare gönül bahçesi gibi. Huzur yüklü. Karşımızdaki asırlık dut ağacı yaprak tebessümüyle, derin derin bakışıyla kim bilir neler söylemek, geçmişin anılarından neleri dillendirmek istiyor. Hangi mesajları vermek için sıcaklı günlerde dallarını sallayarak estirdiği yel ile… Anlayabilene…
Ağaçların rengiyle renklenen koyu yeşil masaların hatıralarını dinlesek, kim bilir neler duyarız neler… Dinleyebilene…
Bahçe üzerinde kanat çırpan, bir yerden diğerine konan, nidalarıyla “beni de dinle” diyen martıların kim bilir neler söylemek istiyor sandalyelerinde oturanların, birbiriyle sohbet edenlerin çehrelerine bakarak… Duyabilene…
Asırlık dut ağacının önündeki duvarın sağ ve sol üstüne konulan saksılarda zarif, kibar ve düşünceli duruşlarıyla gözlerin irisine bakan çiçeklerin de söyleyecekleri vardır anılarıyla ilgili… Fark edebilene…
Yağmurun mola verdiği süresi bitti ki, yeniden ince ince dokunmaya başladı, kalan birilerini de yerinden etmek niyetiyle… Şu asrın insanının iç nehrine de yağabilse, nehrin içindeki zarar vericileri, akışı hızlandırarak yok edebilse, akışın hızıyla alıp götürse içten dışa… Güneş ışınları gibi paklayıp sarmalasa… Ya nasip…
Dut ağacı ile beraber yağmurun sesini dinlemek. O dinlendirici zarif tınıyı hissetmek. Yüreğe dokunanı mırıldanmak… Damlalarındaki notayı, gönül notalarıyla buluşturmak… Oluşan küçük havuzcuklarda yaraların tebessümünü görmek… Tebessümün altındaki ince sızıya boyun eğmek… Dışsal değil içsel ıslanmayı kabul edebilmek… Kolay olmasa gerek değil mi?
Nefeslendiğimiz bu geçici mekanın, geçmişin binlerce hatıralarıyla yüklü taş duvarlarına baktığımızda, mazinin tünellerden geçilerek ulaşılan deryasına, ister istemez dalabiliyoruz. Kendimizin gençlik yıllarından başlayarak, çok eski derinliklere dalmamak için ne kadar hislerimize, duygularımıza fren yapmaya gayret etsek de, durduramayabiliyoruz. Hüzün yüklü, zihinde yer etmiş, yürekte kabuk bağlamış olan okumaların hatırlattıkları, o yaşanılan döneme götürmek için tüm gücünü kullanıyor biz arzu etmesek bile… Öfkeli, sıkıntılı ama huzur veren bulutlar, tüm benliğimizi sarmalamaktan vazgeçmiyor. Sarıyor da… Hangisine dalsak, dalgaları medleriyle bizi yukarı fırlatıp tekrar derinliğe bırakıyor. Dalga içinde dalgalarla boğuşabiliyoruz, istek dışı isteksiz bir ruh haletiyle…
Asırlık dut ağacı gölgesinde, yağmurla beraber biz de çok ama çok iç yolculuğa çıkabiliyoruz, ruhsuz binaların komşusu olan ruhlu olanlarıyla…
Asırlık dut ağacı, yağmur ve biz…