Kalemden Damlalar
Ruhun eriyen malzemeleri
İnsanı hayata bağlayan değerler ve sevdalar vardır. Tutkunlaştıran, sağlam, kopmaz bağlarımız ile hep sevdalarımızı yaşarız. Bizleri hayata perçinleştiren bağlar koparak kaybedilirse, yaşamın önemli dilimlerinden olan sevdalar da yitirilmiş demektir.
Değerlerin belirlemediği, onaylamadığı dünyayı, dünyanın zaman etaplarını çıkarlar, menfaatler kuşatır. Menfaat, çıkar, sosyal ilişkilerin özüne, temeline yerleşmiş olur. Güvenin ve dostlukların azalarak yok olmasının nedenlerinden birisi de çıkarcılığın, her anda, her şeyin önünde yer almasıdır.
Yaşam mücadelesi veren insan, değerler dünyasına önemsemeden hareket ederek, belirlenen süreyi doldurmaya çalışırsa; soylu, doğru, güzel davranışların zirvelerinden mahrum kalmış olur. Olgun tutkuları olmayanlar ise, uzun ve kıymetli ömrü, kısa, basit hale getirerek, günü kurtarmaya çalışmışların sınıfına dahil olurlar.
Gerçek olan tutkular, değerler, sevdalar, ilkeler, bütün insanların dünyasında aynı güzellikleri sergiler, aynı rayihaları sunarlar. Eğer, birinin dünyasında güzelliklere, diğerinin dünyasında çirkinliklere, olumsuzluklara sebep olan şeyler, ifade ederek belirtmeye çalıştığımız değer ve kıymetler değildir. Parçadan hareketle bütünün, bütünden hareketle parçaların onurunu, kıymetini, değerini koruyan, ihmal etmeyen bir değerler anlayışıdır.
İnsan, sosyal ve psikolojik bir varlık olduğundan, ruhunun malzemelerinin sağlanarak verilmesi gerekir ki, bu bütünlüğünün esasıdır. Eşya ve maddi şeyler ruhun malzemeleri değildir. Ruhun temel malzemeleri içinde yer alması da mümkün değildir.
Ruhun temel malzemeleri, etik değerler ile bu değerleri içeren, maddi olmayan, manevi malzemelerdir. Ben merkezli olmaya namzet olan insanlar, manevi temel malzemelerin çoğunu yitirir bir hal almış demektir. Ruhumuzun malzeme dolabına baktığımızda; ahlaki değerlerimiz, erdemimiz, ahde vefamız, mutluluğumuz, dostluklarımız, kardeşliğimiz, kanaatkarlığımız, merhametimiz, tevekkülümüz, güzel düşünmemiz, göz yaşımız, ihsan ve yarenlik duygularımızı görmemiz mümkün olmayacaktır. Bunların bizden zamanla uzaklaştığını, yitikleşerek kaybolduğunu görürüz.
Kısa zaman parçası olan an’ların kıymetini bilemeyenler, büyük kutsal zaman dilimlerinin gerçek kıymetini, değerini bilemezler. Böylece anlar yok edilir ki, yitirilmiş an’lar, büyük zamanları da yitirmeye her zaman gebedir. Çünkü an’lar, sevinç ve mutluluğumuzun, bazen de hüzün ve mutsuzluğumuzun kapalı kutusudur. Kendimize ait ruh bahçemizde, has, özel çiçeklerimizin solmaya başlaması da hayatın manasızlaşmasına neden oluyor demektir.
Hayatın ve ruhun değerlerini küçük görüp umursamadığımızdan sevmeyi beceremiyoruz. Başaramadığımız için de ağlanması gereken yerde ağlayamıyoruz. Ağlamak, kalbin temel gıdası olduğundan, kalbimizin gıdasını da veremiyoruz. Sağanak yağmur gibi yağmak hedefimiz oldu. Fakat Nisan yağmuru gibi yağamıyoruz, olamıyoruz.
Hayat bir derdi taşımaktır. Sorumluluk yükünün altına girmektir. Yokuşu zorlayarak tırmanmaktır. Sahralarda susuzluğu tatmaktır. Terleyerek uzun yola adım atmaktır.
Hayat bir tebessüm, bir tatlı dildir. Sevgi ve muhabbet duymaktır. Mutlu, huzurlu, kutlu güzel günleri dilemek ve yaşamaktır.
Hayat, kişinin kendisine saygı duymasıdır. Kendisini sevmesidir. Kendisini bilmesi ve tanımasıdır. Kendisini okumasıdır. Aynada sürekli kendisini kontrol etmesidir. “ Ben neyim, nereden geldim, nereye gidiyorum, niçin varım” sorularının cevaplarını arayarak, reel anlamda yanıtlamaktır. Çünkü, en güzel soru, kişinin kendisini tanıması için sorduğu sorudur.
Hayatın etaplarında, ana kaynağın düsturlarına uygun olarak yarış götürülüp, kurdeleye ulaşılırsa, hedeflenen başarılı sonuca kavuşulmuş demektir.
Şimdi düşünelim… Ruhumuzun malzemelerini korumak için dikkat edebiliyor muyuz ?